OKUMA ALIŞKANLIĞINI NASIL KAZANDILAR?
Öğretmenlik yaşamımda hep arayış içinde olduğum ve sınıflara hep
laboratuar gözüyle baktığım halde, Türkçe ve Edebiyat öğretmeni
olarak en çok okuma alışkanlığı kazandıramamanın üzüntüsünü yaşadım.
Zaman zaman bu sorumluluğun yükü altında kendi kendimi eleştirdiğim
zamanlar da oldu.
Şimdi öğretmenliğimin kırkıncı yılını aştım. Geride kalan yıllara
baktığımda, öğrencilerime okuma alışkanlığı kazandırma yolunda
birçok etkinlik yaptırdım. Hem sınıfların hem de kütüphanelerin
duvarlarını okumaya isteklendirici sözlerle donattım, onlarla ilgili
kompozisyonlar yazdırdım. Güzel bulduğum öyküleri tanıtarak
isteklendirmeye çalıştım, başlangıç sayfalarını okudum, kalan
sayfaları öğrencilerime bıraktım. Kitap fuarlarına gittik, güzel
kitaplarla bazen de yazarlarıyla tanıştık. Ünlü yazarlarla sohbet
ortamlarında buluşmalarını sağladım. Anne ve babalardan destek
istedim, kitaplar önerdim, okuma saatleri düzenledim… Olanaklar
elverdiğince derslerimi kütüphanede yapmaya çalıştım. Beklediğim
oranda bir değişim gördüğümü söyleyemem.
Türkçe çoktan seçmeli soru köklerini araç olarak kullanmayı
düşündüm. Soru kökleriyle ilgili paragraf ve cümleleri topluma mal
olmuş öykülerle, romanlarla ilişkilendirdim. Örneğin, “Yukarıdaki
paragrafta numaralanmış cümlelerden hangi ikisinde öznel anlatımdan
söz edilebilir?” soru köküne bağlı paragraf, Namık Kemal’in İntibah
adlı romanını tanıtıyordu. Yaprak testteki diğer sorularda yer alan
paragraf ve cümleler İntibah romanıyla ilgiliydi. Bir başka yaprak testlerde Nobel ödülünü almış romanlara,
Türk klasiklerine, en çok okunan kitaplara yer vermeye çalıştım. Bu
tür yaprak testler ilk zamanlar etkili olduysa da kısa bir süre
sonra onlarla da bir yere varamayacağımı anladım. Goethe’nin “Genç
Werther'in Acıları” ile “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı romanları
okuyanlar olduysa da genelde ilgileri soruların sadece seçenekleri
ve paragraflarıyla sınırlı kaldı. İlişkilendirdiğim kitaplar veya
öyküler değer bulmadı. Beklediğim okuma havası şölene dönüşmedi.
Okuma alışkanlığı kazandırma konusunda yazılan kitaplara sarıldım,
çok değerli bilgiler içermelerine rağmen gerçekleşmesi olağan
olmayacak öğütler vardı. Örneğin “Kitap sevgisi çocukken
aşılanmalı”, “Ailece okuma zamanı oluşturulmalı”, “Filmleri çekilmiş
kitaplar seçilmeli”, “Arabaları çok seven bir öğrenciye, arabalarla
ilgili kitaplar önerilmeli”, “Günlük okuma rutini olmalı” … Daha
niceleri… Anlatılanların birçoğunu koşullar elverdiği oranda
denemeye çalıştım, kütüphane veya sınıfta sergiler düzenlettim.
Dawey Onlu Sisteminde güncellemeler yaptım, yine olmadı. Konuyla
ilgili yazılanlar okulumuz, kütüphanemiz ve sınıfımız koşullarına
uyduğu halde öğrenci gerçeğimizle örtüşmedi. Daha açık söylemek
gerekirse öğretmen gerçeğimizle de örtüşmedi. Kitaplarda yazılanlar
çok soyut kaldı. Anladım ki okuma alışkanlığı kazandırmak kitap
yazarlarının anlattığı kadar kolay değildi…
Bir öğretim yılında öyle kendimi verdim ki, günlerce düşündüm,
uykularım kaçtı. Vazgeçmeyi kendime yakıştırmamak bir yana aklımın
ucundan bile geçemedi. Eğitim enstitüsündeki öğrencilik yıllarımdan
bu yana iddialı olduğum bu konuda öğrencilerime mutlaka okuma
alışkanlığı kazandırmalıydım. Onların kendiliklerinden kitap
okumalarını sağlamalıydım, hiç olmazsa okuma yolunda başlangıç
yapmalarına vesile olmalıydım.
İşin temelinde okuma kültürümüzün olmadığını biliyordum. Çünkü
ilkokullarımızda okumayı söken çocuklarımızı günlük gazete ve
dergilerden uzak tutuyoruz. Onları gazetelerde yer alan günlük
olaylarla ilgili manşetlerle buluşturmakta sakınca görüyoruz. Bu
anlayıştan dolayıdır ki okullarımıza gazete girmiyor. Siyasi
kaygılar uğruna çocuklarımızı feda etmeyi tercih ediyoruz.
En sonunda bütün bildiklerimi, bütün duyduklarımı ve bütün
okuduklarımı bir kenara bırakmaya karar verdim. Hepsini rafa
kaldırdım… Okuma kültürü yüksek ülkeler nasıl başarmışlar, bunu
bilmiyorum. Gayret etsem belki öğrenebilirdim. Galiba o kadar
zamanım da sabrım da yoktu. Ama mutlaka etkili bir yol olduğuna
inanıyorum, onu bulmalıydım!
İşte tam bunları düşünürken On Kasım günü sanki bir umut ışığı görür
gibi oldum. Diğer özel gün ve haftalarda olduğu gibi yine 10
Kasımdan önce aileleri hangi gazeteyi alıyorsa, öğrencilerimden o
gazetelerle okula gelmelerini istedim. Her özel günde olduğu gibi
yine onlarca gazete geldi. Ancak büyük çoğunluğu aynı gazeteydi,
“Basında On Kasım” değerlendirmesi yapabilmeleri için farklı
gazetelerin olması gerekiyordu. Çünkü sınıfta 46 öğrenci vardı,
beşer kişiden oluşan en az dokuz küme oluşturacaktık. Cumhuriyet
Bayramında olduğu gibi yine öğrenciler ceplerindeki bozuk paraları
birleştirdiler, sınıfta olmayan gazeteleri okulun hemen yakınındaki
bakkaldan alıp getirdiler.
Dersimizin konusu, “Basında On Kasım”. Sınıfta beşer kişilik kümeler
oluşturduk. Önceden tasarlayıp dağıttığım planda belirtildiği gibi
gazetelerde On Kasım ve Atatürk ile ilgili tüm yazıları bulmalarını,
sessizce okumalarını, incelemelerini, tartışmalarını, konularını,
ana düşüncelerini, edebi türlerini, dil ve anlatım özelliklerini
taslak plana uygun biçimde rapor etmelerini istedim. On gün önce
Cumhuriyet Bayramı’nda da yapmış olduklarından öğretmen desteğine
fazla gerek duymadan istenileni yaptılar, raporlarını hazırladılar.
Blok dersin ikinci bölümünde grup sözcüleri sırayla okudu. Raporlar
okunduktan sonra kalan yirmi dakikada, sınıf yerleşimi, forum
düzenine geçti. Gazetelerin 10 Kasım ve Atatürk konusuna yer
verdikleri oranlarda sözlü eleştiri yaptılar, daha doğrusu bazı
gazeteleri eleştiri yağmuruna tuttular… Kendilerini özgür
hissettikleri forum ortamında bu tür yorum yapmayı çok seviyorlardı.
O gün onuncu sınıfların bulunduğu katta nöbetçiydim. Öyleden sonraki
bir teneffüste sınıfları kontrol ederken, sabah oturumunda dersine
girdiğim iki sınıftaki öğrencilerin bahçeye çıkmadıklarını fark
ettim. Halbuki dışarıda hava çok güzeldi. Sınıfa girdim. Neden
bahçeye çıkmadıklarını sorduğumda, ellerindeki gazete parçalarını
gösterdiler. Gazeteleri okuyanların, bulmaca çözenlerin yanında
bazıları sohbet ediyor bazıları da kişi resimlerine bıyık, sakal,
kaş, şapka yapıyordu. Çok ilgimi çekti. Gülümseyerek memnuniyetimi
belli ettim. Öteki sınıfta da aynı durum vardı. Kendi kendime
“Karşımızda gazete okumaya susamış gençlik varmış da ben
görememişim! Bu gazete fırsatını değerlendirmeliyim!” dedim.
Bu durum okuma alışkanlığı kazandırmak için aradığım yöntem
olabilirdi. Onlara okuma konusunda tarafımdan en küçük bir telkin,
baskı ve istek olmamasına rağmen yine de okuyorlardı. Bu iyi bir
gözlemdi. Denemeye değer bir durumdu. Demek ki gazete olduğu zaman
okuyacaklardı. Okuma alışkanlığının ilk basamağı gazete olabilirdi.
Çünkü gazete okumayı alışkanlık haline getiren bir insan zamanla
onunla yetinmez, onu aşmak isterdi.
Birkaç gün düşündüm. Hemen bir proje taslağı hazırladım. Okul
müdürümüz Sayın Hikmet Özaslan’a sundum, anlattım. Müdürümüz çok
saygın ve sevilen bir yöneticiydi. Öğretmenliğime de çok güvenirdi,
proje fikrimi dinledikten sonra, “Tamam, yap da görelim.” dedi.
Birinci dönem sonuna kadar izin verdi.
Uygulamanın ana hatlarını belirlerken nasıl başlayacağım konusunda
bir yol haritası belirlemek kolay olmadı. Öğrencileri gazeteleri
okula getirmelerini nasıl isteyecektim? Özel gün ve haftalarda çok
kolaydı. Şimdi her gün “Gazete getiriniz” nasıl diyebilirdim. Öyle
bir yol bulmalıydım ki; bilgim dışında, kendiliklerinden gazete
getirmelerini sağlayayım.
Kendi açımdan doğal olacağını düşündüğüm bir oyun kurguladım.
Pazartesi günü ilk dersim onuncu sınıfaydı. Öğretmenler odasında
sabırsızlıkla beklerken nihayet zil çaldı. Herkesten önce kalktım.
Her zaman olduğu gibi merdivenleri ikişer ikişer çıktım. Sınıfı
selamladım, yoklama yaptım. Konumuz “Çehov Tarzı Öykü/Durum Öyküsü”
idi. Yararlanacağımız metin Sait Faik Abasıyanık’ın “Karanfiller ve
Domates Suyu” adlı öyküsüydü. Tahtanın sol üst köşesine kazanımları
kısaltarak yazdırdım. Metni önce kendim okudum sonra da bir
öğrenciye okuttuktan sonra, resim yeteneği iyi olan iki öğrenci
tahtaya geldi. Öyküde anlatılan tarlanın görsel özelliklerini
tebeşirle tahtaya çizmeye başladılar istedim. On dakika süreleri
vardı. Bunu yaptırmaktaki amacım metni sesli okumayla anlayamayan
öğrencilerin kendi kendilerine okuyup anlamalarına fırsat vermekti.
Böylece hem tüm öğrencilerin derse katılmaları sağlanıyordu hem de
öykünün incelemesini daha gerçekçi yapabiliyorduk.
Bu sırada bütün dikkatimle tek öğrencilerin çantalarında gazete
arıyordum. Armağan adlı öğrencinin çantasında yarısı dışarıda kalan
gazeteyi gördüm. Altın madeni bulmuş gibi sevindim. Öğrenciler gibi
sık sık saatime baktım. Öğrencilerin yorumları, soruların
yanıtlanması, tür özellikleri, yazar bağlantıları, dil ve anlatım
çalışmaları derken blok dersin ortası bir türlü gelmiyordu, ben de
sabırsızlandım. Nihayet kırkıncı dakikaya yaklaşırken dersten
kopmalar başladı. Her zaman olduğu gibi çok yorulmuşlar. “Hocam! Beş
dakika ara” diye söylenmeye başladılar. Dünden razıydım, iki dakika
kala molayı başlattım. Öğrencilere belli etmeden gazetenin olduğu
araya gittim. Çantasında
gazete olan öğrenciye eğildim.
— Hep kendin mi okuyorsun! Öğretmenine de “oku” demek yok mu?
dedim.
Gazetenin sayfalarını kapattı, katladı. Ayağa kalkar gibi yaptı.
Nazik, çekingen, mahcup bir tavırla uzattı.
— Alın hocam, dedi.
— Siz okuduktan sonra alırım, dedim.
— Ben okudum, dedi.
— Mola bitmeden biraz bakayım, dedim.
Spor gazetesi olduğunu anlayınca, tekrar eğildim.
— Hangi takımı tutuyorsunuz?
— Galatasaray, dedi sessizce. Belli ki başkalarının duymasını
istemiyordu. Tekrar kulağına:
— Ben de Galatasaraylıyım, sözlülerde bütün Galatasaraylılara on
puan fazla verdiğimi biliyor muydun?
— Hayır.
— Şimdi öğrendin. Bundan sonra daha çok parmak kaldıracaksın! Söz
mü?
— Söz.
Hem mutlu hem heyecanlıydı hem çekingendi. Duymakta zorlandığım sesi
titriyordu. Gazeteyi aldım. Kürsüye varıp oturana kadar ayakta
bekledi. Sanki otur dememi bekliyor gibiydi. Kendi haline bıraktım.
Gazeteyi kürsünün üstüne serdim, oturduğum yerden sayfalarını
karıştırdım, ana başlıkları okumakla yetindim. Çünkü gözümün biri
saatteydi. Beş dakika doldu, altı, yedi, sekiz dakika oldu. Bazı
öğrenciler sürenin bittiğini hatırlatmaya başladı. Bazıları da
hatırlatanlara kızıyordu.
On dakika olunca, gazeteyi katladım, Armağan’ın yanına gidip
çantasına koydum. Kendi kendime, tüm öğrencilerin duyabileceği bir
tonla, “Spor gazetesi beni kesmedi” dedim. “Başka gazete yok mu”
diye adeta sitem ettim. Yoktu, tekrar derse başladık.
Ertesi derste, Armağan’ın sırasının gözünde yine gazete vardı. Daha
çok onun bulunduğu arada dolandım. Eli gazeteye gidiyor, ama bir
türlü veremiyordu. Sessizliğini bozmak, içe kapanıklığını kırmak
ister gibi bir hali vardı. Nihayet, çekingen bir tavırla gazeteyi
uzattı. Ben de bekliyormuşum gibi hemen aldım. Sessizce kulağına,
— Teşekkür
ederim, dedim. Çok sevindi. Yine kürsüye geçtim. Bu kez oturmadım,
ayakta okumaya çalıştım, daha çok da okuyor gibi yaptım. Süreyi yine
on dakikada sonlandırdım.
Galiba düşündüğüm gerçek oluyordu. O günden sonra gazete
getirenlerin sayısı arttı. Fakat gelen gazeteler Armağan’ın
sırasının gözünde toplanıyordu. Blok dersin ortası geldiğinde,
Armağan hepsini bana uzatıyordu.
Daha sonra öteki sınıflarda da gazete gelmeye başladı. Çoğu kez de
aynı gazeteler sınıftan sınıfa dolanıyordu.
Sonraki günler diğer öğrenciler de getirdikleri gazeteleri kürsüye
bırakmaya başladı. Ne kadar çok gazete getirirlerse, hepsini
okuyacağım beklentisi içindeydiler. Öğrencilik işte. Akıllarınca
dersin çoğu boş geçecekti. Güya beni gazetelerle baş başa bırakarak
süreyi ikiye katlayacaklar, dersi daha çok kaynatacaklardı.
Kendilerince iyi hesap yapıyorlardı. Varsın öyle sansınlar! Çünkü
onlara amacımdan hiç söz etmiyordum. Diğer sınıfta da durum farklı
değildi; birbirlerine hava atmaları onları öyle mutlu ediyordu ki...
Bu durumdan çok memnundum. Beş dakika molayı on dakikaya çıkardığım
halde, onlar öteki sınıflarla konuşurken mola dakikalarını
katlayarak artırıyorlar, öyle abartıyorlardı ki nerdeyse dersin
tamamında gazete okuyormuşum… Ders aralarında, “Yine Sefer Hocaya
bol bol gazete okuttuk, dersi sizinkinden daha çok kaynattık”
demelerinden rahatsız olmuyor, tam tersine mutlu oluyordum.
Kürsüye konan gazete sayısı arttıkça Armağan da değişiyordu. Daha
birkaç hafta önce bir köşede yalnız, sessiz ve sakin kalmayı tercih
eden Armağan’dan artık eser yoktu. Onu bu kadar değiştiren neydi?
Bir spor gazetesi mi? Aynı takımı tutmuş olmamız mı? Bildiğini
sandığım konuları sormam mı? Sınırlarını kimin çizdiği belli olmayan
dünyasında, varlığını hissetmiş olmam mı?... Aslında neyin etkili
olduğu o kadar da önemli değildi. Önemli olan Armağan’ın değişmesi,
Armağan’ın kazanılmasıydı.
Bir gün hizmetlilerin sürekli beni rahatsız ettiğini duyan okul
müdürümüz odasına çağırdı. Hizmetlilerin şikâyetlerinden rahatsız
olmamamı istedi. Gazete çöplerinin çokluğundan, çöp kutularının
almadığından yakınmışlar. Günde birkaç kez çöp kovası
boşaltıyorlarmış. Uygulamayı bitirmemi isteyecek sandım. Öyle
olmadı, gerekli uyarıyı yaptığını, kimseye belli etmeden
katlanmaları konusunda tembih ettiğini söyledi. Rahatladım.
Sınıflara getirilen gazete sayısı her geçen gün arttı. Aralık ayının
ortalarıydı. Kürsünün üstünde tam on üç gazete saydım. Aynı
gazeteden birkaç adet oluyordu. İlk girdiğim sınıfta işaret
koyduğum gazeteler öteki sınıfta yine karşıma çıkıyordu. Birkaç
gazeteye baktıktan sonra da “Bu gazeteleri yan sınıfta okudum”
diyerek, yine de beş dakikayı biraz aşarak derse başlıyordum.
Yanılmıyorsam altıncı haftadan sonra hemen hemen her gün öğle
teneffüslerinde sınıfları kontrol etmeye başladım. Gazete okuyan
öğrenci sayısı sürekli artıyordu. Haftalar ilerledikçe merakım da
artıyordu. Şubat tatili gelmeden sonucu görmek istiyordum.
Öğrenciler anlamasın diye çoğu zaman diğer nöbetçi öğretmenlerden
bilgi alıyordum. Her iki sınıfta gazete okuyan öğrencilerin sayısını
istiyordum. Öylen teneffüsleri yetmiyor, öteki ders aralarında da
sınıfları kontrol ediyordum.
En çok dikkatimi çeken şey de öğrencilerin böyle bir oyunun farkına
varamamış olmalarıydı. Öteki öğretmenlerin öğrencileri de gazete
getirmek istemişler, benim gösterdiğim hassasiyeti bulamamışlar.
Hatta Müdür Beyin söylediğine göre, dersine girmediğim sınıflardaki
bazı öğrenciler benim girdiğim sınıfa geçmek için dilekçe bile
vermişler.
Nöbet tuttuğum bir sırada öğrencilerle sohbet ederken, Ozan adlı bir
öğrenci, “Hocam neden sınıfta gazete okuyorsunuz? Başka öğretmenler
elini bile sürmüyor. Sıranın üstünde gördükleri zaman
öfkeleniyorlar, size de çok kızıyorlar. Coğrafya öğretmenimiz
sıraların güzünde gördüğü gazeteleri toplayıp çöpe bile attı”
demişti. Başka bir öğrenci de “Bizi kandırıyorsunuz! Çok gazete
getirdiğimiz halde, yine de beş-altı dakikadan fazla okumuyorsunuz,”
dedi. Onunla göz göze geldik, hafif gülümseyerek noktaladık.
Nihayet nöbetçi olduğum bir Cuma günüydü. Sınıfları her teneffüs göz
ucuyla kontrol ettim. Galiba zirveye çıkmıştık. Sürenin bitmesini
beklemek istemiyordum. Öğle teneffüsü olduğunda, koridorda beş-on
dakika dolandım. Bazı öğrencilerin evden getirdikleri yemeklerini
bitirmelerini bekledim. Her iki sınıfın mevcutları; birinde 46,
diğerinde 44 öğrenci vardı. O an sınıfların ikisinde de otuzu aşkın
öğrenci bulunuyordu. Test çözen birkaç öğrenciyi saymazsak
diğerlerinin tümü gazete okuyordu. Aralarında başka sınıflardan
gelenler de vardı. Bu yüzden hiç boş sıra yoktu.
Zamanın geldiğini düşündüm. Hızla müdür odasına gittim. Müdür Beye
“Zamanı geldi” dedim. “Neyin zamanı, ne oluyor?” sorularının
yanıtını vermeye fırsat kalmadan, kolundan çekerek kaldırdım. Koluna
girdiğim halde ben önde o arkada, yapışık ikizler gibi ikinci kata
çıktık. Önce dersine girmediğim sınıfları gösterdim. Her şey
olağandı. En kalabalık olanında bile üç-dört öğrenci vardı. Onlar da
bir araya gelmişler hem evden getirdikleri yemekleri yiyor hem
sohbet ediyorlardı. Sonra kendi sınıflarımı gösterdim. Öğrenciler
birkaç dakika önce gördüğümden daha fazlaydı. Bütün sıralar doluydu.
Üstelik gazetelerdeki resimleri karalayan da yoktu. Müdür şaşırdı.
Hayran kaldı. Bunu nasıl başardığımı sordu. Tebrik etti. “Hoca sen
gerçekten öğretmen gibi öğretmenmişsin” dedi. O güne kadar onur
verici birçok söze muhatap olmuştum, lakin aralarında Müdür Beyin bu
sözü çok daha değerliydi. Hemen hemen bütün öğrencileri sınıfta
görünce duygulandım. Kapıdan çıkarken geri dönüp öğrencilere sadece
teşekkür edebildim, başka hiçbir şey söyleyemedim. Neden teşekkür
ettiğimi anlamadılar.
Üç aylık süre dolmadan uygulamaya son verdim. Okul kütüphanesine her
gün en az on gazete alınması için müdürümüze rapor ettim. Kabul
etmedi. Gönlünün çok arzuladığını ama okullar olarak buna hazır
olmadığımızı gerekçe gösterdi.
Bir hafta geçti, gazeteler gelmeye devam etti, okuyan öğrenci sayısı
her geçen gün arttı. Sonradan fark ettim ki, dersine girmediğim
sınıfın öğrencileri de gelmeye başlamış.
İkinci dönem başında yapılan Öğretmenler Kurulu toplantısında
sınıflardaki gazete olayının sona erdirilmesi kararlaştırıldı. O
günden sonra projemin bütün detaylarını öğrencilerimle paylaştığım
halde okula gazeteyle gelmekten vazgeçmediler. Her gün okula yine
onlarca gazeteyle geldiler. Ancak derslerde fazla dikkat
çekmiyorlar, daha çok da kütüphanede okuyorlardı.
Şimdi soruyorum:
Öğrencilik yıllarınızı ta başından başlayarak gözünüzde
canlandırınız. Öğrenciler gazete okumaya hangi okulda
başlamışlardır?
İlköğretim okulunda mı, lisede mi, üniversitede mi?
Gazetenin okullarda olmaması büyük eksiklik değil mi?
Gönlüm itiyor ki anaokulundan liseye kadar bütün okulların
kütüphaneleri her gün gazetelerle dolsun.
Bu etkinliğe destek vermek basın dünyamızın merkezinde yer alan
İstanbul Okullarının boynunun borcudur; MEB ile, TTKB ile, gazete
sahipleriyle, gazetecilerle oluşturacakları ortak bir masada,
“Türkiye Okullar Gazetesi” çıkarmalıdırlar.
Açıklama: Bu uygulamada yar alan öğrencilerimden bazıları, üniversiteyi bitirip çoluk çocuk sahibi olduktan sonra, mezuniyet günlerinde yaptıkları geribildirimleri buraya kopyalayacağım. (25 Eylül 2021)